Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri yaklaştıkça, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin siyasi çekiciliği de tedricen artıyor. ‘İtalya’nın Kardeşleri’ partisi ve aynı zamanda Avrupa Muhafazakar ve Reformcular Partisi’ne (ECR) de başkanlık eden Meloni, ‘neofaşist’ ve popülist sağ parti önderliğinden, saygın ‘sağ muhafazakar başbakan’ kimliğine evrildi.
Partisinin siyasi çizgisi milliyetçi, toplumsal değerler konusunda muhafazakar, ekonomik açıdan da oldukça liberal bir çizgide seyir ediyor. Atlantikçi olması hasebiyle de ABD ve NATO üyeleri arasında herhangi bir sorun yaşamıyor. Yapılan son kamuoyu araştırmalarına göre, Hristiyan Demokratların (EPP) Avrupa Komisyonu başkan adayı Ursula von der Leyen’in (VDL) bu koltuğa yeniden oturması için elinde çok seçenek var. Zira komisyon başkanı seçilmek için sadece üye ülkelerin liderlerinin onayı yetmiyor. Aynı zamanda AP’de 361 oyu bulmak gerekiyor. Bu çerçevede Sosyal Demokratlar’ın veya sadece Liberal Demokratlar’ın desteği yeterli değil. EPP içerisinde Meloni’nin başkanlık ettiği ECR ile bir ortaklık kurulması talep ediliyor.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, eski İtalya başbakanı Mario Draghi’yi Komisyon başkanlığına yerleştirmek istiyor ancak bu hususta Meloni’nin icazeti gerekiyor. Fransa’da aşırı sağ Ulusal Birlik lideri Marine Le Pen birçok kez Meloni’ye çağrıda bulunarak iki parti ve iki grup arasında bir koalisyon talep etti. Çağrı şimdilik karşılıksız kaldı.
Meloni’yi tavsif eden unsurlar arasında, ülkesi dışında neofaşist kimliğini pekiştirecek veya tehdit edecek hiçbir adım atmaması, söylemde bulunmaması geliyor. Ülke içerisinde de popülist politikayı, koalisyon ortağı Matteo Salvini’ye yaptırıyor. Başarı kendi sayesinde oluyor, başarısızlık ise Salvini yüzünden. Bu sayede Meloni ülkesinde şimdilik popüler desteğini kaybetmedi, AB ve Transatlantik toplulukta da neofaşist kimliğinden kurtulmuş, muteber bir sağ politikacı olarak neredeyse ‘king/queen maker’ konumunda. 15 güne kadar G7 zirvesinde ev sahipliği yapacak olan Meloni, gözlerden ırak, dikkat çekmeden Avrupa’daki gücünü sessizce artırmaya devam ediyor. Sanki ‘Meloni’den icazet almayan, Komisyon başkanlığı koltuğuna oturamaz’ kıvamına getirdi pazarlıkları.
Müttefiklerden Ukrayna’ya ‘dağınık destek’ stratejisi
Rusya-Ukrayna savaşında Transatlantik topluluğa üye ülkelerin Ukrayna’yı koruma konusuna damga vuran husus kararsızlık ve belirsizlik oldu. Önce Stinger’lar, daha sonra zırhlı personel taşıyıcı, tank, uzun namlulu top verilmesi konularında tartışma devam etti. Hava savunma sistemi ve savaş uçakları konusunda da… NATO’ya üyelerinin Ukrayna’ya asker gönderme hususu da yine çok derin görüş ayrılıklarına neden oldu. Rusya lideri Vladimir Putin’le savaş esnasında görüşme yapıp yapmama hususu da çok tartışıldı.
Rusya taarruzun şiddetini artırdıkça müttefikler de Ukrayna’ya verdikleri silahların türünü, ateş gücünü ve kullanım alanını kademeli olarak artırdılar. Düne kadar Ukrayna’ya savaş uçağı verilmesine karşı çıkan müttefikler, Ukraynalı pilotların F-16 eğitimini hızlı bir şekilde sürdürüyorlar. Belçika, Danimarka, Hollanda ve Norveç, Ukrayna’nın hava kuvvetlerine ciddi anlamda katkıda bulunacaklar. ABD, bu ülkelere F-35 teslimatı gerçekleştirdiği oranda onlar da F-16’larını Ukrayna’ya sevk edecek. Askerlere Ukrayna’da eğitim sağlanması için nihayet bir koalisyon da kuruldu, zira bu konuda NATO ve AB’de oybirliği ile karar almak neredeyse imkansız.
Dolayısıyla başından beri ve hala savaşın şiddetini belirleyen maalesef Rusya oldu. Müttefiklerin desteği de sadece etkiye tepki göstermekle sınırlı kaldı. Çabalar dağınık bir şekilde devam ediyor. Transatlantik topluluk hala kanımca yeryüzündeki en değerli topluluk. Ancak Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı karşısında herhangi bir stratejisinin olmadığı ortaya çıktı. Stratejisi sanki ‘kervan yolda düzülür’…